Sümerce Nasıl Deşifre Edildi?




(Bisutun Yazıtları)

Ek – 2 : Sümerce Nasıl Deşifre Edildi?

Bu kitap, kadim dillere ait tabletlerin, yazıların günümüz dillerine tercüme edilmesinden yola çıkılarak yazılmıştır. Peki, bu tabletlerdeki Sümerce ve Akkadca dilleri nasıl deşifre edilmiştir? Bunun için kısa bir zaman yolculuğuna çıkmamız gerekiyor.

Bir İtalyan seyyahı olan Pietro Della Valle, 1621’de Şiraz’dan gönderdiği bir mektubunda acayip bir yazıdan söz ettiğinde Avrupa, Valle’nin “Acayip Yazı” demiş olduğu çivi yazısıyla ilk kez tanışmıştı. Sonrasında Chardin isimli bir Fransız bu acayip yazıyı 1674’te yayınladı. 1700 yılında da Engelbert Kämpfer tarafından yazı “Çivi Yazısı” olarak adlandırıldı.

1765 yılında Persepolis şehrini ziyaret eden Alman bilgini Carsten Niebuhr, Bisutun’daki çivi yazılı bazı yazıtların kopyalarını Avrupa’ya taşıyıp 1788 yılında yayınlayınca bu yazıtlardaki üç ayrı yazı şekli bilim çevrelerini şaşırttı.

Alman şark bilimcisi olan Gerhard Tychsen 1798 yılında, Bisutun Yazıtları’ndaki üç ayrı yazı şeklinden en basiti gibi görünen birinci kitabedeki mail çivilerin kelimeleri ayırmaya yaradığını fark etti. Bu yazıtların tek bir anlama ait üç ayrı çeviri olduğunu açıkladı. Bunu her hangi bir eserin İngilizce, Almanca ve Türkçe olarak yayınlanması şeklinde düşünebiliriz.

Friedrich Münter, 1802 yılında Bisutun Yazıtları’nın Akamanış sülâlesi krallarına ait olması gerektiğini ileri sürerek görülmekte olan üç yazı çeşidinden birincisinin alfabe, ikincisinin hece, üçüncüsünün ise monogram yazısı olduğunu tespit etti. Bisutun Yazıtları’nın dilinin, Hintlilerin kutsal kitabı Awesta’nın diline benzediğini söyleyerek de çözümün kapısını araladı.

Georg Friedrich Grotefend, aynı yıl Göttingen İlimler Akademisi’ne ilk çözüm denemesini sunduğunda çözüme yönelik ilk başarı sağlandı. Grotefend bu üç çeşit çivi yazısından Awesta’ya benzeyenini esaslı bir incelemeye tabi tutmuş ve bu işaretleri birer birer gözden geçirmişti. Sonunda bu üç yazıdan birinin Eski Persçe ve 39 çivi işaretinden mürekkep bir çivi yazı alfabesiyle yazıldığı ortaya çıktı. Grotefend diğer iki çeşit yazının ise Pers İmparatorluğu halkından başka kavimlere ait olduğu hakkında fikir ileri sürdü.

Sonraki yıllarda İngiltere’nin Irak’taki elçilik memurlarından olan Sir Henry Wilson, Bisutun Yazıtları’nı eski Sanskritçenin yardımıyla çözme çalışmalarına başladı. Eski Persçe metnin çivi yazılı bir alfabe ile yazıldığına ve Awesta’nın diline akrabalığına o da kanaat getirmişti. Bu metni Grotefend gibi tercüme edince kendisini bilinmeyen ikinci dili çözmeye adadı.

Pers çivi yazısının okunmasında dikkat çeken bir ilerleme de daha sonra, Fransız araştırmacı Eugène Burnouf ve Alman şarkiyatçısı Christian Lassen’in çalışmalarında yaşandı. Bisutun Yazıtı’nın çözülmeye çalışıldığı XIX. uncu yüzyılın ilk yarısında, eski medeniyet merkezlerinde antik eserler toplama gayretleri de en faal safhasına girmişti.

Bisutun Yazıtı’nın tercümesi çalışmaları son hızla devam ederken Ortadoğu’da ilk kazı çalışmaları başlamıştı. Fransa’nın Bağdat Konsolosu Paul Emile Botta, Musul yakınlarında bugün Khorsabad adıyla bilinen yerde 1843’te yaptığı kazıda Asur İmparatoru II. Sargon’un, kendi adını taşıyan DUR-Şarrukin sarayını açığa çıkardı, bununla birlikte birçok tablet, yazıt ve antik eser keşfetti. Yine İngiliz araştırmacısı Sir Austen Henry Layard'ın 1846’da Khorsabad'dan Dicle Irmağı boyunca on mil kadar aşağısındaki Kuyuncik denilen yerde yaptığı kazıda Asur başkenti Ninova’yı buldu. Bu eski metropollerden toplanan binlerce eser, anıt, heykel ve çivi yazılı tablet gemilerle Avrupa başkentlerine taşınmaya başladı. Toplanan bu eserlerden bazılarının üzerindeki çivi yazılarının ve bilhassa tabletlerin yazılarının Bisutun Yazıtları’ndaki III. Yazı dilinin yazısı ile yazılı olduğu hayretle görülmüştü.

Persepolis’teki Bisutun Yazıtları’nın üçüncü dili ile Ninova’dan çıkan yazıtların dilinin aynı olması araştırmacıların büyük şevkle çalışmalarına vesile olmuştu. Sir Henry Rawlinson’un, 1846 yılında Bisutun Yazıtları anıtının ilk dilinin Eski Persçe olduğunu açıklayıp çözümünü yayınlamasıyla araştırmacılar üçüncü dili çözmeye bir adım daha yaklaşmışlardı.

Sonunda beklenen haber 1850 yılında İrlandalı şarkiyatçı Edward Hincks ‘ten geldi. Hincks’in bulduğu alfabe, Bisutun yazıtının çevrilmeyen diline uygulandığında metin hem okunabildi hem de Babilce ve Asurca adında bir dil olarak yazılmış olduğu anlaşıldı.

Nihayet Bisutun Yazıtları’nın üçüncü yazısı çözülmüş ve Irak’tan çıkarılan tabletler üzerinde denenmeye başlanmıştı. Irak’tan çıkarılan bu tabletler rahatlıkla okunabildiğinde iki ayrı kadim devletin varlığı keşfedildi: Asur ve Babil.

Asur ve Babil iki ayrı devlet olsa da yazı dilleri çok yakındı. Bir müddet sonra bu iki dilin, Akkad adındaki bir dilin kolları olduğu anlaşıldı. Evet, sonunda Bisutun Yazıtları’nın üçüncü dilinin Akkad dili olduğu açıklandı.

Avrupa’nın başkentleri, Asurbanipal tarafından Ninova'da biraraya getirilen bir kütüphanenin kalıntılarındaki Babil, Asur ve Akkad dilleriyle yazılmış tabletleri tercüme edip tarih bilimini şekillendirme yarışına girmişlerdi. Yalnız en eski olduğu düşünülen bu metinler, kadim kâtipler tarafından "eski metinlerin" kopyaları olarak tarif edilmişlerdi. En eski olarak kabul gören Akkad dilinden daha eski bir dil? Bunun olma ihtimali bile araştırmacıları fazlasıyla heyecanlandırmıştı. Akkadca yazılmış tabletler kolaylıkla okunabilirken bazı tabletlerdeki yazılar farklıydı ve okunamıyordu.

Ninova’dan Layard ve meslektaşları tarafından çıkarılan 25 bin tablet içinde 23 tabletlik bir grup şu cümleyle bitiyordu: "23. tablet: Şumer dili değişmemiştir." Bir başka metin ise Asurbanipal'in ağzından aktarılan şu muammalı ifadeyi taşıyordu: “Yazının gizlerine inisiye edildim. Şumerce yazılmış olan çetrefilli tabletleri bile okuyabilirim.”

1853 yılında Kraliyet Asya Derneği’nde konuşan Sir Henry Rawlinson bu Şumer olarak yazılmış dile ait isimlerin ne Samî ne de Hint-Avrupa dillerine ait olduğunu, aslında "bilinen hiçbir dil grubu ve halka ait değilmiş gibi göründüğünü" söyledi. Araştırmacılar Akkad yazıtlarının ve metinlerinin bol miktarda ödünç kelimeler, yani bir başka dilden değiştirilmeden alınan kelimeler kullandığını bulmuşlardı. Bu, bilhassa bilimsel ve teknik terminoloji ve de tanrılar ve göklerle ilgili meseleler söz konusu olduğunda daha bariz görülmekteydi.

Bu arada Akkad çivi yazılarının doğru okunup okunmadığı çeşitli bilim çevrelerinde tartışmalara neden oluyordu. Bu şüpheyi ortadan kaldırmak için Londra Doğu Bilimleri Derneği yeni bulunmuş bir Asur tabletini mühürlü zarflar içerisinde bu konuyu iyi bilen dört doğu bilimleri uzmanına verdi. Bu dört şarkiyatçı çivi yazısı alanında en iyiler olarak bilinen Rawlinson, Talbot, Hinks ve Oppert’ti. Uzmanlar birbirinden habersiz şekilde çalışacak ve bir süre sonra tercümelerini geri göndereceklerdi. Bu dört uzman ayrı ayrı yaptıkları tercümeleri Londra’ya gönderdiklerinde bir tören düzenlendi ve tercümelerin bulunduğu zarflar komisyonda açıldı. Komisyonda ortaya çıkan sonuca göre metinde esas noktalarda benzer sonuçlara varılmış ve metnin Asur kralı Tiglatpilezer Fe’ye ait olduğu bütün doğu bilimleri uzmanlarınca tespit edilmişti. Bilim Dünyası Akkad dilinin dolayısıyla da Asur ve Babil dilinin çözüldüğünü kesin olarak burada kabul etti.

Avrupa üniversitelerinde çivi yazısıyla uğraşan kürsüler kuruldu, enstitüler açıldı. Metinler taranıyor, baş döndürücü yayınlar yapılıyordu. Bu sayede Akkadca’da büyük ilerlemeler kat ediliyor ve dilin grameri yazılıyordu. Böylece Akkadca’nın 500’den fazla sada işareti ile, Mısır dilinde olduğu gibi, ideogram ve determinatiflerden mürekkep bir yazı sistemi olduğu anlaşıldı. Akkadca, Babilce ve Asurca’da devrimler yaşanıp saklı bir tarih gün yüzüne çıkarken bağımsız bir dil olan Şumer dili ile ilgili hiçbir gelişme yoktu.

1869 yılında Jules Oppert, Fransız Numismatik ve Arkeoloji Derneği’ne, Akkad öncesi bir dil ve halkın varlığını tanıma önerisinde bulundu. Mezopotamya'nın ilk hükümdarlarının, yasallıklarını ilân etmek için "Sümer ve Akkad'ın Kralı" unvanını aldıklarına işaret ederek, bu halkın "Sümerliler" ve ülkelerinin de "Sümer" diye anılmasını önerdi. Sümer gizemli, uzak bir diyar değildi, güney Mezopotamya'nın ilk adıydı. Bununla birlikte Akkad metinlerinde geçen "eski metinler" sözü anlamlı hâle geldi ve araştırmacılar kısa süre içinde şunu fark ettiler: Uzun sütunlar hâlindeki kelimelerden oluşan tabletler aslında Akkad-Sümer dilleri için sözlüklerdi, ilk yazılı dil olan Sümerceyi çalışabilmeleri için Asur ve Babil'de hazırlanmışlardı.

Bu kadim zamanın sözlükleri olmasaydı, Sümerceyi okuyabilmekten hala çok uzak olurduk herhalde. Onların yardımı ile engin bir edebî ve kültürel hazine birden açılıverdi. Ayrıca, esasen piktografik ve dikey sütunlar hâlinde taşa kazma türde olan Sümer yazısının daha sonra yatay hâle geçtiği ve daha sonraları Akkadlar, Babilliler, Asurlular ve kadim Yakın Doğu'daki diğer uluslar tarafından benimsenen çivi yazısı hâline gelecek biçimde yumuşak kil tabletler üzerine yazılabilecek şekilde stilize edilmiş olduğu netleşti.

Sümer dilinin ve yazısının deşifresi, Sümerlilerin ve kültürlerinin Akkad-Babil-Asur gelişmişliğinin pınar başı olduğunu gösterdi. Bu sayede güney Mezopotamya'daki arkeolojik araştırmalar hızlanmıştı. Artık tüm kanıtlar, başlangıcın orada olduğunu gösteriyordu.

1877 yılında bir Sümer sit alanındaki ilk önemli kazı çalışması Fransız arkeologlar tarafından başlatıldı. Bu tek kazı alanından çıkanlar o kadar çoktu ki, diğer ekipler tarafından devam ettirilen kazılar 1933'e kadar sürdü ama yine de tamamlanamadı. Sümer şehri Lagaş gün yüzüne çıkmıştı.

1903-1914 yılları arasında W. Andrae'nin yönetimindeki ekipler Kalah diye adlandırılan bölgeyi kazarak, Asur'un dinsel merkezi ve ilk başkenti olan Asur'un kalıntılarını ortaya çıkardılar. Bu sıralarda R. Koldewey yönetimindeki ekipler, İncil'in Babil'i olan Babilon'daki kazıları tamamlamak üzereydiler. Muazzam saraylar, ziggurat, tapınaklar, asma bahçeler, asırlardır gömülü kaldıkları topraktan yüzeye çıkıyorlardı. Çok zaman geçmeden, yapıtlar ve yazıtlar, Mezopotamya'nın iki rakip imparatorluğunun tarihini ortaya çıkarmıştı; Babil ve Asur. Biri güneyde yerleşmişti, diğeri ise kuzeyde. Ancak tabletler, baş döndüren bu uygarlığı Sümer’den aldıklarını yazıyordu. Sümer öncüldü. Peki, Sümer’in öncülü var mıydı?

Bu sorunun cevabını bulmak için araştırmacılar Sümer şehirlerini kazmaya başladılar. Nippur, Sippar derken daha güneyde, arkeologlar kadim metinlere göre ilk Sümer şehri olan Eridu'yu buldular. Arkeologlar daha derinlere doğru indikçe, Sümer'in Bilge Tanrısı Enki'ye adanan ve anlaşıldığına göre zaman içinde tekrar tekrar inşa edilen bir tapınakla karşılaştılar. Katmanlar, arkeologları Sümer Uygarlığı’nın başlangıcına geri götürüyordu: MÖ 2500, MÖ 2800, MÖ 3000, MÖ 3500. Derken malalar, Enki'ye adanan ilk tapınağın temellerine dokundular. Bunun altında, el değmemiş bir toprak katmanı vardı; daha öncesinde hiçbir şey inşa edilmemişti. Tarihi MÖ 3800 idi. İşte, uygarlığın başladığı zaman buydu. Bu uygarlık en yaygın, en kapsamlı, birçok bakımdan onu izleyen diğer kadim kültürlerden çok daha gelişmiş olan bir uygarlıktı. Şüphesiz bizim uygarlığımızın temeli olan uygarlıktı, Sümer’di.

2 milyon yıl kadar önce taşları araç gereç olarak kullanmaya başlayan insan, MÖ 3800'lerde bu öncülü olmayan uygarlığa ulaşıvermişti. Ve buradaki en şaşırtıcı olay, bilim adamlarının bu güne dek Sümerlilerin kim olduklarına, nerden geldiklerine ve uygarlıklarının nasıl ve niçin ortaya çıktığına dair bilgiye sahip olmayışlarıydı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder